Diyalog Olarak Felsefe

Diyalog Olarak Felsefe


İnsan tek başına değildir, ötekilerle birliktedir. Ötekiler için her kişi bir ötekidir. Ötekisiz, ötekilersiz varolamayız. İnsan bir ilişki ve iletişim bağlamında sürdürür varoluşunu. Ama ötekilerle öteki ile ilişkilerimiz beraberinde bazı sorunları ve sıkıntıları da getirir. En başta etik sorunlar geliyor aklımıza: Ötekine nasıl davranmalıyım, onu nasıl değerlendirmeliyim vb.

Yaptığımız her eylem ötekine yönelik olduğu ve onu iyi ya da kötü yönde etkilediği için, ister istemez sorumlu kılmaktadır bizi. Öteki insanlar karşısında hep bir etik konumda bulunuruz farkında olmasak da. İnsanın varoluşunun doğasındadır ahlaksallık. Bu durum bizi birtakım sorunlar üzerinde düşünmeye yöneltir: Öteki kimdir? Ötekiyle ilişkilerimi nasıl, neye, hangi değerlere dayanarak düzenlemeliyim? Vb. sorular etik, siyasi ve kültürel bağlamda her an yüzyüze geldiğimiz ve hesaplaştığımız sorulardan yalnızca birkaçıdır. İnsanın öteki insanlarla birlikte insan olma/varolma serüveni de bu türden soruların yanıtlarını arama serüvenini de içermektedir. Öteki, beni insan kimliğim üzerinde düşünmeye yöneltir.

İnsan kavramı üzerinde durmaya bu tür soruların yol açtığını söylemek mümkündür. İnsan kavramı üzerinde duran filozoflar, İlkçağlardan günümüze kadar gelen süreç içinde, çoğunlukla insanın “akıl”lı bir varlık olmasına övgüler yağdırmışlardır. Söz konusu aklın ve akılsallığın temellendirilmesini yapmaya çalışmışlardır. Ancak bunu yaparken, insanın “gönül” tarafı, duyarlılık yönü çoğunlukla ihmal edilmiştir. İnsanı insan kılmada akıl ve düşünme kadar, örneğin sevmenin, duyarlı ve duygulu olmanın da önemi ve anlamı gözden kaçırılmıştır. Elbette bu ihmali yapmayan ve bu konuyu gündeme getiremeye çalışan filozoflar da yok değildir. Ama onların sesleri pek fazla duyulmamıştır. 18. yüzyıl akılcılığına ve aydınlanmacılığına yönelik, romantik tepkiyi hatırlayabiliriz. Bu bir örnektir yalnızca ve bir başkaldırıdır da aynı zamanda. Nasıl bir başkaldırı? İnsanı tek yönlü ve tek boyutlu bir varlık olarak görme eğilimlerine karşı bir başkaldırı...

Etik bir konumdaki varoluş serüveninde, insan, yaşam boyu öğrenmeye, bilgilenmeye de devam eder. Ama bu bilgi hep değerlerle de bağıntılıdır ve bağıntılı olmak durumundadır. Her türlü ilgi, çıkar, ihtiyaç ve değerden arınmış, saf bir bilgi mümkün değildir. Çünkü ne bildiğim kadar, bilgilerimden nasıl yararlandığım ve hayatımı düzenlemede ve öteki insanlarla olan ilişkilerimi kurmada ve sürdürmede bilgi-değer ilişkisini nasıl kurduğumuz da önemlidir. Bilgi yalnızca yıkmaya, yok etmeye, ötekini baskı altında tutmaya değil, insanı yaşatmaya ve yaratmaya yöneltmelidir. Bilgi-değer ilişkisi günlük yaşamdan başlayıp, bilim ve teknoloji alanına kadar uzanan boyutları kapsamaktadır. Bilim ve teknolojinin günümüz dünyasında yıkıcı sonuçlara yol açması ve geleceğe ilişkin büyük endişelere yol açması, bilgi ile değerler arasındaki bağıntının ve etik temellendirmenin yapılmamasından kaynaklanır. Biliyoruz ki, günümüzdeki bilimsel-teknolojik gelişmelere, aynı düzeyde bir etik ilerleme eşlik etmemektedir. Bu ise insanları kaygılandırmaktadır, hem kendi varoluşları açısından hem de dünyanın geleceği açısından. Bu nedenle değer temeli olmayan bir bilginin, etik temelleri düşünülmeyen eylemlerin yıkıcı ve tahrip edici olması kaçınılmazdır.

Peki bu noktada felsefe ne yapabilir, ya da felsefeyle ne yapabiliriz: öteki ile ilişkilerimiz bağlamında? Felsefe insanı kendisiyle buluşturur ve aynı zamanda ötekilerle de... Bir diyalog olabilir felsefe... Bir zamanlar zaten bir diyalog olarak yaşanmamış mıydı? Aklımıza Sokrates geliyor hemen. Ölümü bile yaşamı ve felsefe yapma tarzı kadar insanlık üzerinde iz bırakmış bir filozof olarak... ”Sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez” diyen Sokrates’in soruları felsefenin insan ve kültür yaşamına girmesinin ve onu biçimlendirmesinin de en güzel işaretidir. İşte sorular yanıtlara ve yanıtlar yeni sorulara yol açar durmadan...Bütün bunlar da diyalogun ortaya çıkmasına, yaşanmasına zemin hazırlar... Bir söyleşi ve tartışma, araştırma çabası olarak sürüp gider diyalog...Doğruyu, iyiyi, güzeli birlikte aramanın en uygun yoludur diyalog. Ama asıl problem de söz konusu diyalogun nasıl kurulabileceği ve sürdürülebileceğidir.

Diyalog kendi doğrusunu/doğru bildiğini ötekine aktarmaktan, benimsetmekten çok, onun da bizimle birlikte doğruyu, iyiyi, güzeli aramaya katılmasıdır...Burada bir eşitlik söz konusudur...Filozof ahkam kesen bir kişi değildir, düşüncelerini insanlara benimsetmekten çok onları düşünmeye ve sorgulamaya yöneltmektir asıl kaygısı... Ve felsefe eğitiminin ve araştırmalarının da en büyük amacı bu değil midir?

Camus bir denemesinde şöyle diyor: “Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur.”(*)

Ben ile öteki, ötekiler arasındaki ilişkiler temelinde, diyalogun yeri nedir, kendi hayatımızda kendimizle ve ötekilerle ne ölçüde diyalog kuruyoruz? Kendisiyle konuşmayan, kendini, aklını; ama aynı zamanda yüreğini dinlemeyen bir kişi kendisiyle ve ötekilerle ne ölçüde diyalog kurabilir? Kendisiyle konuşmayan kendisini dinlemeyen bir kişi ötekini dinleyebilir mi, anlayabilir mi?

(*) Albert Camus, Denemeler, s. 46, Çev. S. Eyüboğlu-V. Günyol, Say Yayınları,1982.

E-posta: mgunay@cu.edu.tr

Doç.Dr.Mustafa Günay,,

Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi