Karl Marx’ın Felsefesinde “İnsan” ve “İnsan Doğası”

Karl Marx’ın Felsefesinde “İnsan” ve “İnsan Doğası”

Özet

Dünyaya ait bir varlık olarak, dünyayı betimlemeye ve anlamaya çalışan insan; kendisinin de, bu bilinmeze ait olduğunu geçte olsa anladıktan, şüphe ibresini kendisine çevirmiştir. Ve bu ibre kimi zaman, en tepe nokta da asılı kalmış ve evrenin merkezine de kendisini yerleştirmiştir. Karl Marx ve onun takipçileri, insan kavramının, merkezi yerini terk ettiği ve sanayi devrimi ve Darvin depreminin ortasında bir yerde, toplumu anlamak adına insan veya insan problemini tartışmıştır. Bu çalışma da, Marx’ın yaşadığı toplumsal-tarihsel dönemin ışığında, onun ve onun takipçilerinin felsefesinde insan probleminin inşaasını tartışacağız.

Anahtar Kelimeler: Marx, İnsan, İnsan doğası

Abstract

Belong to the world as a single entity, to the world and try to understand the portrayal of the people, he, this is understood in the past know that we belong, into his own hand was suspected. And sometimes this needle, the top point and also have been hanging in the center of the universe has its place. Karl Marx and his followers, the human concept, central location and leave in the middle of the industrial revolution and an earthquake in Darwin, on behalf of society to understand the human or human problem was discussed. In this study, Marx lived in the light of social-historical period, he and his followers will discuss construction of the philosophy of the human problem.

Key Words: Marx, Human, Human nature

1. Giriş

Bütün problemli tartışmalar ve başlangıçlar gibi; insandan söz etmeye başlarken de, bir başlangıç arayışı; başlangıçta söz edilir ve bir başlangıç bulunamayınca da, bir uzlaşım söz konusu olur ve uzlaşım noktası problemin başlangıç noktası olur. Bu arayıştan ve uzlaşımdan kaçınarak, insansan söz edecek olursak, insan varlık olarak bilinç sahibi olduğu günden bu yana, kendini bir problem alanı olarak görür. Dolayısıyla, insanın ilk evrelerini göz ardı ederek konuşacak olursak, akıllı bir varlık olarak insan(Homo-sapiens), doğayı ve evreni anlamak adına düşünmelerle beraber insan kavramının da inşaasına başlamıştır.

Başlangıçta(ki bütün başlangıçlar gibi keyfi), kendini tanıma coşkusu, evreni de kendiyle düşünmeye dönüşmüş ve insansız bir evrenin mümkün olamayacağı teziyle sonuçlanmıştır. Bu tez, mitlerin ve en son versiyonları olarak dinlerin inşaasında kendini kurumsallaşmıştır. Özellikle tek tanrılı dinlerde, bu durum kabule ve insanüstüne düşünmenin bir anlamda dondurucuya konulmasıyla sonuçlanmıştır. Orta çağ karanlığı olarakta lanse edilen bu dönem, insanın, varlık olarak sınırları çizilmiş ve hareket alanı sınırlandırılmıştır. Sınırlandırılmıştır, çünkü yaratılmıştır ve bu nedenle olanaklar varlığı değil, tanrının bir kuludur. Tanrını bir kulu olarak insan, tanrısal inşaanın sınırları içinde ona kulluk gibi bir takım görevleri yerine getirmek ve tanrının hoşgörüsünü kazanmak için ona yaranmak çabasıyla mücadele eden bir insandır. Ve evrene ilişkin bütün bilinmezlikleri bilinemezler alanına(rafa kaldırmış) kaldırmış ve tanrının hoşgörüsüne sığınmıştır.

Ortaçağ, bir kara bulut gibi dünya üzerinde dolaşırken, evren kendi bilinmezliği içinde, değişmeye ve dönüşmeye devam etmektedir. Bu dönüşümler, evrenin içyapısında da değişmelere ve bu değişimlerde durağan kültürel yapının bozulmasına neden olmaktaydı. Yapının bozulması, topluluk üyeleri, içinde çatlak seslerin çıkmasına ve var olan çatlak seslerin belirgin hale gelmesine neden oldu. Giordano Bruno ve o dönem toplumsal sisteminin ona sunduğu kaçınılmaz son bunun en güzel örneğidir. Bruno, diri diri yakılmakla beraber, o gün orta çağ karanlığının çözülüşünü, külleriyle başlatmıştır. Onun yarattığı etki, ardıllarıyla bir tufana ve ismiyle müstesna bir aydınlanmaya mekân olmuştur. Aydınlanma düşüncesi, salt bilim veya dünyayı anlama biçiminde de değil insanı düşünme biçimlerini de etkilemiştir. İnsan, arttık bir olanaklar varlığıdır ve sınırlarını geçmişte olduğu gibi ancak o çizebilir.

Karl Marx, aydınlanmanın ve bilimsel sıçrayışın ortasında, sanayi devriminin ilk evrelerinde, tarih sahnesine çıkar. Ve onun insan, anlayışı bu tarihsel dönemin etki ve çözülmeleriyle sınırlıdır. Marx, kendi tarihsel döneminin ufkuyla sınırlanmış, fakat kendi tarihsel ufkunu aşmak için elinden geleni yapmıştır. Ondaki, insan kavramına değinmeden önce biraz felsefesi üzerinde duralım

2. Marksist Felsefe

Marksist felsefe, genel anlamda ilerlemeci tarih anlayışına sahip ve tarihin bir sınıflar savaşı olduğunu vurgulayan felsefi disiplindir. Bu tarihselci disiplin, ideolojik alanda Marksizm olarak karşımıza çıkar. Marksizm ise, tarihin bir sınıflar savaşı olduğunu, sınıflar savaşımı teorisini ortaya atarken de, bu savaşımın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası komünizme varılacağını öngören bir öğreti olarak karşımıza çıkar. Marx düşüncesini üç entelektüel etkiden yararlanarak biçimlendirmiştir: Hegel 'in Alman felsefesi, İngiliz klasik okulunun ekonomi politiği ve Fransız sosyalistlerinin düşünceleri. Gene de Marx, bu etkilerin hepsini eleştirmekten de geri durmamıştır.
Marx, felsefede ustası olan Hegel 'den tarihin akışını belirleyen diyalektik ilkeyi alır(tez-antitez-sentez): “herhangi bir dönemde çelişkiler bir bunalıma dönüşerek çözüme ulaşıncaya kadar ağırlaşır.” Tarih böyle ilerlediği gibi yaşam da böyle ilerler. Ama Marx, Hegel 'in idealist düşüncesini, soyutluğu ve siyasi statükoyu haklı gösterişi nedeniyle ta baştan eleştirmiştir. İdealizmin bu kıskacından kurtulmak için Marx, dini bir yabancılaşma olarak açıklayan Ludwig Feuerbach'ın hümanist ve materyalist analizine yönelmiştir. Ona göre, insan, Tanrı'ya vermek üzere özünden ve niteliklerinden vazgeçmektedir. Marx, Feuerbach’ın yabancılaşma düşüncesini genişletip kültür alanının tümüne yaymıştır. Marx’a göre bu alan, yaşamın gerçeklerini, toplumdaki baskı güçlerini, hatta insanların eylem yeteneklerini görmesin diye insanın gözlerini kör eden yanılsamalarla doludur. Toplumun üstyapısı (din, sanat, düşünce, hatta insan ve yurttaş hakları), Marx'a göre, onun altyapısını -ekonomi, gerçek yaşam- haklı göstermeye yöneliktir. “Her ne kadar üstyapının evrimi, altyapının evrimine bağlıysa da, bu birinin öbürüne indirgenebileceği veya karşılıklı ilişkilerinin yalın ve her zaman tek yanlı bir determinizme bağlı olduğu anlamına gelmez. Marx, tarihin karmaşıklığını hiç- bir zaman göz ardı etmemiştir.”
Marx metinlerinde, büyük tarihsel evrelerin birbirini izlemesinde kesin bir sıra sunmuştur. Bu evrelerin her biri, egemen bir üretim tarzı ile belirlenmektedir: ilkel komünizm, kölecilik, feodalizm, kapitalizm. Bu evrimin son aşaması olan komünizm, insanın insanı sömürmesinin son bulacağı ütopik bir çağı işaret eder. Bunu kanıtlamak için, Marx şu düşünceyi öne sürer; “ proleterler, kapitalist toplumda öylesine zor bir durumla karşılaşırlar ki, her türlü milliyetçi, ahlakî veya dinî duyguyu kaybederler. O zaman, eylemle ve gerçeği birleştiren bir sınıf bilincine ulaşırlar. Marx’ın bu mesihyan görüşü devrimci hareket için güçlü bir etken oldu ve olmaya da devam etmektedir..
“Kuram, uygulama arasında bir bağın zorunlu olduğu yolundaki Felsefî inancına bağlılığını sürdüren Marx, hiçbir zaman siyasi eylemin dışında kalmamıştır. Bu nedenle de gerek eleştirdiği, gerekse yanında yer aldığı kişiler hiçbir zaman salt aydınlar olmamıştır. Gözleri önünde akıp giden tarihin uyanık bir gözlemcisi olan Marx, bu tarihten sürekli dersler çıkartmıştır. Avrupa'da 19 yy'daki sınıf mücadeleleri, devrimler ve savaşlar, Marx'ın düşüncesini, kesin biçimde yönlendirmiştir.”
Marx, Fransız sosyalistlerinin(Saint-Simon, Fourier, Proudhon v.b) komünist görüşlerinden esinlenmiş olmakla birlikte hayalci düşüncelerini ve siyasî etkiden yoksun oluşlarını göz önünde bulundurarak eleştirmiştir. İlk uluslararası işçi örgütü olan Komünistler Birliği için Komünist Manifesto'yu (1847) kaleme almıştır. Bu örgütün, başlangıçta benimsediği “Tüm insanlar kardeştir!” sloganını Marx ve Engels'in etkisiyle terk edip “Bütün ülkelerin proleterleri birleşin!”” sloganını benimsemiş olması anlamlıdır. Bunun, o dönem örgütlü mücadele eden, burjuva sınıfının etkisi büyüktür. Devrimci bir girişimden yana olan Marx, kapitalist sistemin yaygınlığı derecesinde işçi sınıfının da uluslararası nitelik kazanması gerektiğini vurgulamıştır. “Nitekim işçi hareketi bir süre, çok değişik siyasî görüşleri (Fransız Proudhoncular, anarşistler, İngiliz liberaller ve sendikalistler -trade-unionistler- ), bünyesinde toplayan Uluslararası Emekçiler Birliği'ni (UEB), yani, I. Enternasyonal'i örgütlemiştir. Marx, bu örgüt içinde başlangıçtan itibaren önemli rol oynamış, örgütün yönetimine katılmış ve bilimsel sosyalizm düşüncesine uygun olarak proleterlerin sınıf bilincine kavuşmasına yönelik eğitim metinleri hazırlamıştır.”
Marx, 1848 Devrimi'nin yenilgisinden etkilenerek proletarya diktatörlüğü düşüncesi, yani iktidarın proletarya tarafından zorla ele geçirilmesine inanmıştır. Bu isyancı ve siyasal düşünce paradoksal bir yapıda barındırıyordu; devrimden sonra devletin yok olacağını ileri süren bir özgürleşme öğretisi olmaktan çıkarak, diktatöryal rejimlerinin doğmasına dönüşme paradoksu SSCB ve Çin örneğinde bugün karşımıza çıkmaktadır.
Bu yüzden, Marx’ın düşüncesi sözde tarihî yasalar adına her türlü siyasal şiddete kolay bir gerekçe sunmakla suçlanabildi. Marx'ın ideolojik yabancılaşma kuramı bizzat “Marksizm’e karşı kullanılarak, onun yüzyılın büyük bir dini olarak anılmaya layık dünya çapında siyasal ve öğretisel bir hareket yaratmış olduğu vurgulandı. “Çok sayıda aydın, yine de, Marx’ın eserini gelenekten kesinlikle bir kopuş, çağdaşlığın yaratıcı bir aşaması olarak değerlendirdi. İster Hıristiyan, ister varoluşçu Jean-Paul Sartre , (Diyalektik Aklın Eleştirisi, 1965), ister yapısalcı (Louis Althusser, Kapital’i Okumak, 1966, ister psikanalizci (Wilhelm Reich) , hatta ister dogmayı reddeden Marksist (Frankfurt Okulu ve Herbert Marcuse) olsun, bu aydınlar Marksizmi kendi görüşlerine ve dünyayı sorgulayışlarına katıp geliştirdiler.”

3. Karl Marx’ta İnsan ve İnsan Doğası

Marx’ta insan kavramını, anladığımız bağlamda görmek mümkün değildir. Birçok eserinde, insan kavramının hiç geçmediğini görürüz. Kapital gibi 3 büyük ciltlik kitapta, tek bir yerde bile insan kavramına rastlanmaz diğer birçok eserinde olduğu gibi. Marx’ta insandan veya doğasından söz ederken toplumsal bağlamından kopuk düşünülemez. İnsan, toplumsal birikimin bir ürünüdür ve doğası toplumsal sistem veya bilinç tarafından yaratılır.

Marx, Feuerbach’ın üzerine tezlerinde şunları söyler:“ Feuerbach, dinsel özü, insan özüne indirger. Ama insan özü, tek tek her bireyde doğuştan bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz gerçekte toplumsal ilişkiler bütünüdür. Gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla: 1-Tarihsel akıştan koparak, dinsel duyguyu kendi içinde sabitleştirmek ve soyut – yalıtılmış- bir insan bireyini öncülleştirmek; 2-Dolayısıyla da bu özü ancak “tür” olarak, birçok bireyi doğal bir biçimde birbirine bağlayan içsel, dilsiz bir genel özellik olarak kavramak zorunda kalır.”

Marx'a göre, “şekli ne olursa olsun, toplum insanların karşılıklı etkinliklerinin ürünüdür. İnsanlar isteklerine göre, herhangi bir toplum şeklini seçmede özgür değildir. İnsanın yeteneklerinin gelişmesinin belli bir durumu dikkate alındığında, buna karşılık olan bir ticaret ve tüketim biçimi anlaşılabilir. Belli bir üretim, ticaret ve tüketim gelişme devresi, yanında ona karşılık bir toplumsal alt yapı, aile, düzen, sınıflar, tek sözcükle sivil toplum getirir. Böyle bir sivil toplum da onun resmi ifadesi olan bir siyasal devlet yaratır. Toplum sadece kişiler topluluğu değildir; bu kişilerin birbirine karşı olan ilişkilerin toplamıdır. Köle ya da yurttaş olma kişiler arası toplumsal bir şekilde belirlenmiş bir ilişkidir. İnsan ancak toplum içinde ve toplum içinden geçerek köledir. Bu, işçi, köylü, kapitalist, bakkal, hırsız, zengin, fakir, ev sahibi ve kiracı için de aynıdır. Yoksul ile zengin, kapitalist ile işçi arasındaki fark ancak toplumsal açıdan vardır. Toplumdaki belli ilişkiler sonucu ortaya çıkan oluşumlar (yoksulluk, zenginlik, işsizlik, evsizlik, açlık), bu belli biçimin değişmesiyle değişir, ortadan kalkmasıyla onlar da kalkar. Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) yapıtının önsözünde, insan ve toplumuyla ilgili temel kuramsal yaklaşımını şöyle açıklamaktadır: Ulaştığım ve ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk eden genel sonuç, kısaca şöyle özetlenebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, kaçınılamaz bir şekilde, aralarında kendi arzularından bağımsız, belirli ilişkilere girerler; yani, onların maddi üretim güçlerinin belirli bir gelişme seviyesine uygun üretim ilişkilerine (girerler). Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını,oluşturur, yasal ve siyasal üstyapının yükseldiği ve belli sosyal bilinç biçimlerinin tekabül ettiği gerçek temeli oluşturur.”

“Maddi hayatın üretim tarzı, sosyal, siyasal ve entelektüel hayatın genel sürecini belirler. İnsanların yaşam biçimini belirleyen bilinçleri değildir; ama, onların bilincini belirleyen sosyal yaşam biçimleridir. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri var olan üretim ilişkilerine veya – bu sadece aynı şeyi yasal terimlerle ifade eder—o zamana kadar çalıştıkları çerçeve içindeki mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya başlar. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimlerinden, bu ilişkiler onların prangasına dönüşür. Ardından, toplumsal devrim dönemi başlar. Ekonomik temeldeki değişmeler tüm koca üstyapıyı eninde sonunda dönüşüme götürür. Bu tür dönüşümleri incelemede, doğa bilimlerindeki kesinlikle saptanabilen üretimin ekonomik koşullarının maddi dönüşümü ile yasal, siyasal, dini, artistik veya felsefi – kısaca, insanın bu çatışmanın fakına vardığı ve savaştığı ideolojik biçimleri— ayırt etmek daima zorunludur. Nasıl ki, insan bir kişiyi onun kendini ne sandığıyla değerlendirmezse, aynı şekilde, insan böyle bir dönüşüm dönemini kendi bilinciyle değerlendiremez, fakat, aksine, bu bilinç maddi yaşamın çelişkilerinden, üretimin sosyal güçleri ve üretim ilişkileri arasında var olan çatışmadan açıklanmalıdır”
Dolayısıyla, insan toplumdan bağımsız, düşünülmeyecek derece topluma aittir ve ondan bağımsız düşünülemez. İnsanı, toplumdan ve onun ürünü kültürden bağımsız düşünmek, insana dair bir düşünmenin içinde değildir. İnsanın doğası, dediğimiz kavram da zihnimizdeki ideolojik temellendirmenin ve insanı nasıl görmek isteyişimizin talebidir.

Sonuç olarak; Marx’a göre, insan, hayatını ve hayatı diğer insanlarla birlikte üretir ve bunu yaparken yaşamın ve üretimin her türlü ifadelerini de üretir. “Toplum içinde” ve “toplumdan geçerek” kavramları Marks için insanı anlamada en temel kavramlardır. İnsan toplum içinde ve toplumdan geçerek oluşur. Doğası dediğimiz şey, toplumda ki, ideal beklentidir. Ve idealize edilen, asla insan değildir. İnsan, Locke’ta ifade edildiği gibi boş bir levha olarak dünyaya gelir ve yaratılır. İnsan doğası diye bir şeyden söz edilemez. İnsan, boş bir levha olarak geldiği dünyada veya Marx’ta olduğu gibi toplumda inşaa edilir.

KAYNAKÇA

1. Felsefe Tarihinde İnsan Sorunu, Mustafa Günay, Felsefe Dizisi, İlya Yayınevi
2. Kapital 1,2,3, Karl Marx
3. Artı-Değer Teorileri Karl Marx
4. Grundrısse Karl Marx
5. Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Karl Marx
6. Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Karl Marx
7. 1844 Elyazmaları Karl Marx
8. Felsefenin Sefaleti Karl Marx
9. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Karl Marx
10. Fransa'da Sınıf Savaşımları Karl Marx
11. Louıs Bonaparte'ın 18 Brumaıre'i Karl Marx
12. Fransa'da İç Savaş Karl Marx
13. Yabancılaşma Karl Marx
14. Ücretli Emek Ve Sermaye Karl Marx
15. Ücret Fiyat Ve Kar Karl Marx
16. Komunist Manifesto, Karl Marx
Mehmet Şerif AKAYDIN
Felsefe Grubu Öğretim
Çukurova Üniversitesi