CUMHURİYET DÖNEMİNDE FELSEFE TARİHÇİLİĞİ ÜZERİNE

Son yıllarda felsefi söylemin Türkiye’deki serüveni üzerine birçok kitap, makale yayımlandı. Yayımlananlar dikkate alındığında ya da metinler yakından incelendiğinde, felsefi bilincin daha üst bir bilinç eşliğinde kendine yöneldiğine, başka bir deyişle, kendine ilişkin bir mesafe, bir uzaklık kazandığına tanık oluyoruz.
Varolanı “kendince” konu/nesne durumuna getiren ya da konulaştıran/nesneleştiren felsefe, kendi tarihini de nesneleştirmektedir. Felsefenin kendi tarihiyle ilişkisi, genel bir onaylamayla “felsefi bir sorun” olarak algılanmaktadır. Öte yandan, toplumun kamu olarak örgütlenmesi sürecinde yapılan tercihler, araştırma ve öğretim dizgelerine de farklı biçimlerde yansıdığına göre, Cumhuriyet döneminde felsefe ve felsefe tarihçiliğinin nasıl bir görünüm sergilediği de üzerinde dikkatle durulması gereken bir konu olacaktır. Siyasal olanla bilgisel olanın birbirini ne ölçüde belirlediği ayrı bir araştırma konusu olmakla birlikte, adına “Cumhuriyet” denilen siyasal tercihler toplamının kendini nasıl gösterdiğini anlamaya çalışmak bir görev olarak da düşünülebilir.
Toplumun “kamu” olarak yeniden yaratılması ya da biçimlendirilmesinin hiç de kolay olmadığı, toplumun yeni örgütlenişinin kolay kolay içselleştirilmediği bilinen bir konudur. Ancak felsefeye eşlik eden en belirgin insan eyleminin, salt insana özgü olmamakla birlikte, dönüştürücü rolü dikkate alındığında, düşünme ediminin varolma ya da kendini sunuş biçimlerinden birinin “eleştiri” olduğu, daha kısa bir deyişle, eleştirinin olduğu yerde ancak felsefi söylemin varolacağı, hemen herkesin üzerinde uzlaşacağı bir doğrudur. Eleştirinin ve tartışmanın olduğu yerde ancak özgün nitelikli felsefe, sanat ve bilim vardır; özgürlük de zaten kendini eleştiri ve tartışma olarak sunar bu bağlamda.
Özgürlük bu örnekte olduğu gibi, eleştirme özgürlüğü, tartışma özgürlüğü olarak ortaya çıkar; böylece özgürlük soyut olmaktan da kurtulur. Eleştiri ve tartışma, “özgürlük yolları” olarak belirir; özgürlük, eleştiri ve tartışmada somutlaşır. Eleştiri ve tartışma da siyasal olanla yakından ilgilidir; Türk toplumu da “Cumhuriyet”le birlikte daha sık rastlanır bir biçimde, çok zahmetli, çok sıkıntılı olmakla birlikte, özgürlük yollarında, eleştiri ve tartışma zemininde yol almaya daha yatkın olmaya başlamıştır . Bilimin, sanatın ve felsefenin de yaratıcılıkla içli dışlı olarak böyle bir ortamda kendisini göstereceği açıktır. Cumhuriyetle birlikte, henüz ne yazık ki tam bir başarı elde edilmemiş olmamasına karşın, henüz birçok sürçmenin yanı başımızda yer almasına karşın, kendimize belli bir uzaklıktan bakabilmenin olmazsa olmazlarından biri olan yazılı kültürün yandaşı olmak; düşünüleni yazıya dökmek ya da yazılanlar üzerine “yazmak” gerçekten büyük önem taşımaktadır.
Bu bağlamda varolanı felsefeleştirenler, felsefe açısından konulaştıranlar “yazdılar”; felsefe tarihçileri de onların “yazıları üzerine yazdılar”. Dolayımlılığın iki katına çıkması tüm tarih yazarlığı için söz konusu olmasa bile, söz/yazı bağlamında kendini gösteren kültür ürünleri için dolayımlılık gerçekten de iki kez gerçekleşmektedir. Özellikle felsefede kendi tarihiyle olan ilişkiler felsefi söylemin ciddi sorunlarından birini oluşturmakta; felsefi söylemin neliğiyle uğraşanlar felsefe tarihi sorununa uğramazlık/dokunmamazlık edememektedirler. Felsefe tarihi ortaya koyma yoluyla felsefi söylem oluşturanların yanı sıra, doğrudan felsefe tarihi yazarı olarak kendini görenler ve gösterenler de vardır. Felsefe tarihi yazarlarına yakından bakıldığında, belli bir felsefe anlayışını benimsedikleri ve bu anlayış eşliğinde felsefenin tarihine yöneldikleri kolaylıkla saptanabilir.
Cumhuriyet dönemi felsefi söyleminde felsefi söylemin neliği üzerine yapılan çalışmaların yanı sıra, felsefi söylemin tarihi üzerine yapılan çalışmaların da çoğaldığına tanık olmaktayız. Yayın aşamasında kimi kurumlarca da desteklenen bu çalışmalar; felsefi söylemin ve felsefe tarihi söyleminin nitelikleri hakkında, kısaca felsefe kültürü hakkında yapılan bu çalışmalar, zaman zaman bir “döküm” çalışması, bir “listeleme” çalışması olmakla birlikte, zaman zaman yeni çalışmalar için de kışkırtıcı olmaktadır. Mustafa Günay’ın kaleme aldığı kitabın da böyle bir rolü üstlendiğini düşünüyorum.
Mustafa Günay’ın edindiği zengin birikimle kaleme aldığı Cumhuriyet Döneminde Felsefe Tarihçiliği başlıklı kitap, dört bölümden oluşuyor. Yazar sırasıyla, “Felsefe-Felsefe Tarihi İlişkisi”ni (ss. 18-32), “Felsefe Tarihçiliğimizi Etkileyenler”i (ss. 34-45), felsefecilerimizin felsefe tarihine nasıl baktığı konusunu [“Felsefecilerimiz Felsefe Tarihine Nasıl Bakıyor?” (ss. 48- 77)] ve “Cumhuriyet Döneminde Yapılan Felsefe Tarihi Çalışmaları”nı (ss. 80-179) ele alıyor. Başlıklarda yer alan konuları kaynaklara dayalı olarak tartışmaya açan yazar, Türkiye’de felsefi söylemin varoluşuna ve gelişmesine ilişkin belirlemelere de oldukça kapsamlı bir biçimde yer veriyor. Yazara göre, <>
Yazarın da üzerinde durduğu gibi felsefe-felsefe tarihi ilişkisi felsefi söylemde ayrı bir izlek (tema) oluşturmaktadır. Zaman zaman kimi filozofların salt kendilerine dayalı olarak nesneleştirdikleri varolanlararası ilişkiye göre söylemlerini oluşturdukları ileri sürülmektedir. Ancak derinlemesine yapılacak olan bir düşünce kazısı eylemi, filozoflar arasında kimi ortak noktaların bulunduğunu bulgulamamızı (keşfetmemizi) sağlayacaktır. Elbette etkilenme oranı farklılıklar gösterecektir. Felsefi söylemi araştırma ve öğretim düzlemlerinde ayrı ayrı değerlendirecek olursak, yeni bir izlek olarak felsefe-felsefe tarihi ilişkisi kendini gösterir. Aynı zamanda araştırmacı kimliğiyle kendini vareden, bilgiyi bir bakıma başkalarıyla birlikte oluşturan filozof; birileriyle —çoğun nesneleştirme edimini kendisinin yürüdüğü yollardan giderek gerçekleştiren öteki filozoflarla— kurduğu eleştirici ve tartışmacı yanı ağır basan diyaloglarla “kendisi” olacaktır.
Eleştiri ve tartışma felsefi söylemin temel niteliği olduğu kadar, felsefe tarihinin de temel niteliğidir. Felsefi söylemi, şu ya da bu biçimde edindiği —bir bakıma kendine özgü— ölçütleriyle bugüne ve geleceğe taşımak isteyen felsefe tarihçisi, filozof kimliği ağır bastığı takdirde, salt aktarmacı olmayacak; felsefe anlayışı doğrultusunda “seçici” bir görme ve değerlendirme edimiyle felsefenin dününü mercek altına alacak; aslında yine kendisini, kendi görüşlerini ortaya koyacaktır.
Cumhuriyet dönemi felsefi söylemi, temelleri hiç kuşkusuz daha önceye dayalı olan kültür hareketlerinin de etkisiyle, “felsefe bilgisi” olarak genel felsefi söyleme eklemlenmiş ve zaman içinde daha özgün örnekler olarak genel felsefi söylemdeki yerini almıştır. Buna bağlı olarak kimi filozoflarımız salt felsefi söylem, felsefe bilgisi üretirken, kimi filozoflarımız da felsefenin farklı dönemlerini dikkate alarak, felsefe tarihi metinleri oluşturmuşlardır/oluşturmaktadırlar. Yukarıda da değinildiği gibi, felsefe-felsefe tarihi ilişkisini özgün bakış açılarıyla ortaya koymaya çalışan birkaç örneğe rastlamak da olanaklıdır. Bu satırların yazarı her iki yönde de çalışma yapmıştır. Bir bakıma felsefe anlayışının uygulaması olan felsefe tarihi çalışmasını bir meslektaşıyla birlikte kaleme almıştır . Mustafa Günay söz konusu kitaba dayalı felsefe tarihi örneğini yansıtırken yer yer sadece bu satırların yazarına atıfta bulunmuştur; oysa bu kitap ortak bir üründür; umarım yapıtın daha sonraki baskılarında bu durum düzeltilir.
Mustafa Günay’ın Cumhuriyet Döneminde Felsefe Tarihçiliği adlı yapıtında belli bir sistematik içinde ve yol açıcı bir sunumla yer verdiği görüşler ve felsefe tarihi örnekleri, Cumhuriyet dönemi felsefe kültürünü, felsefe bilgisini tanımak bakımından son derece önemli bir işlevi üstleniyor. Kitapta kimler/neler mi var? Bu da sürpriz olsun; kitabı okuyanlar bu kişileri/görüşleri tanısın.

Betül ÇOTUKSÖKEN