Black Mirror-Dijital Distopya-The National Anthem (Milli Marş)

1.Bölüm Dizinin ilk bölümü, çok yakın bir gelecekte karşılaşabileceğimiz bir durum üzerinden yola çıkarak hazırlanmış. Michel Foucault, Jeremy Bentham’ın hiçbir zaman gerçekleştirilmeyen Panopticon adlı hapishane dizaynına gönderme yaparak toplum ve iktidar ilişkisini anlatır. Bu tasarıma göre hapishanedeki tüm hücreler tam ortada bulunan bir kuleye doğru bakar, fakat mahkumlar tavandaki boşluktan gelen güneş ışığı sebebiyle kulede gardiyanların olup olamadığını göremezler ve bu sebeple her zaman bir izlenme duygusuyla hareket ederler. Foucault’a da iktidarın bireyler üzerinde böyle bir etki bıraktığını söyler. Azın çoğu izlediği bu sistemde toplumdaki tüm bireyler her an birileri tarafından izledikleri kaygısıyla kendilerini sürekli disipline ederler. Bu şekilde toplum; iktidarın çizdiği, belirlediği normlara göre hareketlerini belirler. Örneğin, sokakta çıplak gezen birini göremezsiniz. Hatta gördüğünüz taktirde iktidarın aygıtlarından biri olan polise veya başka bir kurumu haberdar edebilirsiniz. Böylelikle şikayetçi birey bir anda gözetleyen taraf olarak iktidarın bir birimine dönüşür. Sosyolog Thomas Mathiesen ise kitle iletişim araçlarından, özellikle de televizyondan istifade ederek birçoklarına göre Foucault’un tezine zıt, kişisel fikrime göre ise paralel bir bakış açısı geliştirmiştir. Mathiesen’in “synopticon” olarak adlandırdığı sistemi, panopticon’un aksine çoğun azı izlediği bir çevreden bahseder. Bunu da televizyon karşısındaki büyük kitlelerin, kendilerine nazaran oldukça ufak kalabalıklarca hazırlanan programları izleyerek gerçekleştirdiklerini söyler. Aslında Black Mirror’ın 2.bölümü tamamen synopticon fikri üzerine kurgulanmıştır, bunu şimdilik 2.bölümü işlediğim kısımda anlatmak üzere bir kenara bırakıyorum. Synopticon’da büyük kitleler, televizyon karşısında izledikleri şeyleri ayrıntılı bir şekilde muhakeme etme gereği duymazlar. Bu sebeple iktidarın hususi olarak hazırlattığı programların etkisine girmeleri çok daha kolaydır. Böylelikle sistem farklı olsa da synopticon da, panopticon da iktidarın lehine çalışır. Benim de bu ikisinin paralel birer sistem olduğunu düşünmem bu sebepledir. Peki dijital dünya ile ne oldu? Sosyal mecralar, insanlara ne kazandırdı? Bu sorular aslında tamda şu an içinde bulunduğumuz zamanla alakadar. Dijital dünyada azın çoğu izlediği ya da çoğun azı izlediği sistemlerin yanında herkesin herkesi izlediği bir sistem var. Kimi akademik kesimlerce “omnipticon” olarak adlandırılan bu durum Black Mirror’ın ana fikrini oluşturarak dizi yazarlarının oldukça farklı bir soru geliştirmelerine yardım etmiş: Eğer sıradan bir birey iktidarın gözetleyicilik görevini eline alırsa ne olur? Bu durumda mevcut hükümet de sürekli gözetlenen ve kendini disipline etme durumda olan bir konuma geçme zorunluluğu hisseder ve tüm yönetimsel sistem bir anda değişir. Dizinin birinci bölümü aslında iktidarın kurallarından ziyade sıradan bireyin kuralları ile oynanan bir oyunun hangi noktalara kadar uzanabileceğini anlatıyor. Daha açıklayıcı olmak için dizinin spesifik konusunu özet geçmekte fayda var: İngiliz Kraliyet Ailesinden bir prenses kaçırılır ve sosyal mecralara yüklenen video ile talepler bildirilir. Kaçıranların tek bir arzusu vardır, prensesin sağ salim teslim edilmesi için İngiltere Başbakan’ının öğleden sonra 4’e kadar canlı yayında bir domuzla cinsel ilişkiye girmesi gerekmektedir. İlk bakışta popülist bir hikaye gibi görünen bu senaryo, dizinin ilerleyen kısımlarında çok daha farklılaşarak sinema ve televizyon dünyasında genellikle pek görmeye alışmadığımız mesajlar veriyor, göndermeler yapıyor. Bu ilk bölüm bittiğinde ise tüm sosyal mecra üyeliklerinizi gözden geçirmeniz hiç de uzak bir ihtimal değil. Black Mirror’ın etkileyici dünyası şahsi fikrime göre uzak geleceklerde kurgulanan 2. ve 3. bölümlerde katlanarak artıyor. Şimdi sırayla onlara bir göz atmakta fayda var.