BİR AKIL TUTULMASI ÖRNEĞİ: BİENAL

BİR AKIL TUTULMASI ÖRNEĞİ: BİENAL

11.Uluslararası İstanbul Sanat Bienali kapısını açtı.
Tarihin garip tesadüfüdür ki kendisi de bir 12 Eylül çocuğu olan İstanbul Bienali,geçiş dönemi Türkiye’sinde Turgut Özal'ın uluslararası pazara bağladığı borsalar,bankalar,otoyollar,siyasi ve mali yapı gibi emperyalizmle kurulan kültürel entegrasyonunun ürünüdür.
Venedik Bienali bundan yaklaşık 114 yıl önce,1895'de sınırlı entelektüel bir grup tarafından kuruldu.Amacı daha önce Paris başta olmak üzere kurulan diğer sergilerin misyonu doğrultusunda Garibaldi sonrası İtalya'sını uluslararası pazara bağlamaktı.
Yıllar içinde hiç bir yer,Venedik Bienali'nin getirdiği anlayışa ulaşan bir merkez olma cazibesini yakalayamadı.
Yalnızca süreç ve konsept taklit edildi.
Sao Paulo'dan Kahire'ye, Şangay,Seul,Taipei,Yokohama'dan İstanbul Bienali'ne kadar Venedik'in izinden gidenler kendi korolarını oluşturdu.Bunlar görece/sonradan edinilen varsıllık içinde daha çok sanat endüstrisini kuramamış periferilerdi.Dünyanın globalleşmesi,sınırların muğlaklaşmasıyla,mizansen ve amaç dışında dünya kapitalizminin merkezlerinden ithal edilen misyoner kültür adamları yerel/ulusal bandı oluşturmak için devreye girdiler.Manipulasyon başlamıştı.Bizde de ,dünyada olduğu gibi 12 Eylül 1980'nin ardından gelen apolitik ortamın zemininde uygun iklimi bulan ve kendi amaçlarıyla örtüşen bir grup sanatsever,İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve yeri doldurulmaz özverili müzik adamı Aydın Gün'ün önderliğinde İstanbul Bienali'nin temellerini attılar.Ne var ki Aydın Gün plastik sanatlar konusunda sadece iyi bir izleyiciydi.Okulunu yeni bitiren oğlu Mehmet Gün dolayısıyla plastik sanatlara ayrı bir heyecan duyuyordu.Önayak olduğu girişimin sorumluluğunu kendisini yönlendiren ekibe devretti.
Ne var ki Marks'ın söylediği söz gerçekti “tarih hep kötü taraftan ilerliyordu”.


"ÇAĞDAŞ SANAT" DENİLEN ÜFÜRÜKCÜLÜĞE YATAKLIK YAPAN BİENALLER
KURMACADIR.

Aykırı sanatçı Marchel Duchamp (doğumu 1887 Fransa),New York'a 1915'de geldi.İki yıl sonra J.L Mutt adlı inşaat malzemeleri satan bir dükkandan beyaz porselen bir pisuar satın aldı.Üzerine kullanmadığı fırçasıyla R.Mutt diye yazdı ve tarihi 1917 olarak kaydetti.Duchamp,bu imzayla ruh/kişilik verdiğini öne sürdüğü pisuarı New York Bağımsız Sanatçılar Derneği'nin sergisine gönderdi.1917'de olan iki sosyal devrimden daha uzun yaşayanı Duchamp'ın tek kişilik devrimi oldu;Lenin ve ardıllarının devleti bugün yok.Fakat insanlar Duchamp'ın açtığı yoldan hala gidiyorlar.Marksizmin yarattığı eleştiri ve revizyon düşüncesi sosyal demokrasiyi yarattı.Fakat Duchamp'ın 1917 deki"ready made" düşüncesi sürekli tekrara düştü,kendini doğurup üretemedi.Küçük farklılıklar,hazır maddenin arkasına saklanan ipe sapa gelmez felsefe kırıntıları 1917 deki pisuarın aşılması için yetmedi.Zaten yaşamı boyunca Duchamp da o noktadan daha ileri gidemedi.Kuş kafesi,neden aksırmalı,optik diskler,üç standart stopaj,cam levhalar,büyük cam adını verdiği kavramsal çalışmalar ve yazdığı film senaryolarında,R.Mutth imzalı pisuarının yarattığı sarsıcı etkiyi/şiddeti aşamadı.1968 deki ölümüne kadar satranç oyunculuğuna devam etti,noter babasının mirası ve danışmanı olduğu Peggy Guggenheim'ın desdeğiyle yaşamını sürdürdü.
Daha sonra istek üzerine 11 pisuar daha imzalayarak sattı.
Bunların 1990 lı yıllarda müzayede satış fiyatı yaklaşık 2 milyon dolardı.
Duchamp krizi günümüzde de sürüyor ve aşılamıyor.O gün yapılanlar bugün bölünerek sürekli çoğalıyor.Kapitalizmin meta fetişizmi,toplumsal histeriye dönüştü. Paronoya kişilikleri yok etti.Sanatçılar sürekli "çağdaş sanat" adı altında içi boş kavram ve şizofrenik kimlikler üretiyor.Duchamp,hazır nesnesini sergileyerek gökyüzünde tanrı konumundaki,hadsiz hesapsız karizması olan sanatcıyı müptezel kılmış,sıradanlaştırarak yeryüzüne indirmişti.Ama dedik ya tarih hep kötü taraftan ilerliyordu.Bilinçdışının,özgün bir teorik nesne olduğunu belirten Lacan'a ihtiyaç vardı.Freud kesmiyordu.
Dünyada olduğu gibi,bizde de bienaller, "çağdaş sanat" adı verilen bu travmanın daha hızlı yayılmasına neden oldu.

NEOCON KÜLTÜRÜNÜN ŞİRKET/ŞİDDET AHLAKINI EMANET ALAN BİENALLER,AMANSIZ REKABETİN KURALLARINA GÖRE SANATI YENİDEN YAPILANDIRIYOR

1987'den beri İstanbul'da da durum aynıdır.
Duchamp,yaptıklarıyla tanrı sanatcıyı yeryüzüne indirmiş ve herkes gibi kılmıştı dedik.Türkiye'de yaklaşık 20 yıldır,yerli Duchamplar da aynısını yapıyorlar.Artık üretmek/göstermek ve ruh vermek kolay.Ustalık, perfeksiyon/mükemmellik gerekmiyor.Sanatcılık konfeksiyon ürünü bir giysinin sırta geçirilmesi ile elde edilen bir kimliğe dönüştü.Eser nasıl olsa hazır nesneydi.Dünya merkezlerinde uygulananlar yerleştirmeler,seçmeler,birebir ihraç/ithal ediliyor,ülke gerçeği,yılların getirisi ustalık,yetenek,birikim,kültür,sentez,tarih gibi değerler banalleşiyordu.Sanat,ereğini kaybetmişti.1980 öncesi yüzüne bakmadığımız idealizm,buruva duyarlılığı,bireycilik,hatta reformizm,revizyonizm gibi değerlere muhtaç kaldık.Tarihin karanlık yüzünden gelen idealist felsefeci "sanat yaşamın en önemli uyarıcısıdır,onu amaçsız bırakmamak gerekir"(7)derken toplumsal işbölümü içinde sanatsal üretimin,diğer üretimler gibi bizzat bir "değer" ve zorunlu üretim ilişkisi olduğunu vurguluma gereğini hissediyor.Saçmalıklar karşısında Nietzche'li argümanların bile artık kıymeti harbiyesi vardı.
80'ler sonrasının apolitik ortamında,sular seller gibi her meslek ve disiplinden insan ,sanat dünyasına,emanet/eğreti sanatcı kimlikleriyle tek ürünlük/yarı zamanlı mesaileriyle,kısmi beceri ve tarzlarıyla pervasız ve cüretkarca girmeye başladılar.Türkiye artık bir sanat/sanatcı cennetiydi.Her türlü okulun ilgili,ilgisiz/paralı parasız bölümleri sürekli sanatcı üretiyordu.Bir yandan sanatcı ürüyor diğer yandan "bussines" okunuyordu. Eldekiler yetmiyordu,ithal aydınlar,sosyologlar,küratörler getirerek globalleşiyorduk. Bireysel şizofroni ile toplumsal paranoya karışmıştı.Ulusal sınırlar muğlaklaşmış,renkler kaybolmuş,kıyasımukassem kalmamıştı.Evrensel değerleri,Bush'un "Büyük Ortadoğu Projesine"destek veren AB kavramları/ muktezabatı temsil ediyordu.Çarpık kapitalizm, tufeyli,rantiyeci sınıflar üzerine kurulmuştu.Üretici güçler,üretim ilişkilerinden doğan güçlerini kullanmaktan yoksundular.Ekonomi,üretimden değil banka,borsa ve finans hareketlerinin yarattığı anarşiden besleniyordu.Buna bağlı olarak bir çok sektör gibi sanat kurumları da kendi prematüre derebeylerini yaratmıştı.İsraf ekonomisi reklam ve ambalaj sektörüyle sanatımsıları üretiyordu.Çağdaş sanat,lodoscu gibi davranıyor,endüstriyel kültür adına işine yarayan herşeyi topluyor/sarıp sarmalıyordu. Duchampvari ve "cool" olmak,apolitik birey için rol modeldi.Ne ki,ulusal aidiyet kaybolmuş,sanatçı kimliği erozyona uğramıştı.
1987 den beri gerçekleşen diğer 1o bieanelin yarattığı kavram karmaşası birbirinin tekrarı,tek yumurta ikizi gibi benzer özellikleriyle aydınlar,gençler,kitleler arasında salgın misali yayılarak sürmekteydi.
Masal aynıydı;Irak'a sürekli demokrasi gidiyordu,tarihi yazan emperyalizmdi.
Küratör denilen efendiler, ülkeden ülkeye kılık değiştirse de üflenen nefes aynıydı.
İnsan ruhunu sersemleten,hayal meyal tarif edilebilecek düzeneklerin,çizgilerin,nesnelerin,amacından koparılmış,acı çektiği varsayılarak şeyleştirilmiş eşyanın tek amacı vardı;izleyicinin ötekileştirilmesi.
Senaryo ise her zaman sahteydi,plan çakmaydı,gerçek ortadan kaldırılmıştı.Tutanı,ideolojik paradigması/ formasyonu kalmamıştı.Ne kendine,ne topluma hesap veriyordu.Yalnız Türkiye'de değil dünyada da anarşiden beslenen kapitalizm bir ahtopot gibi kültür endüstrisini sarmıştı.Dünyadaki gelişmenin bu vechesinde belirleyici olan büyük ölçekli şirket kültürlerinin epistomolijisiydi.Tarih yeniden yazılıyor, sanat dekadansa giriyordu.Ayrıksı "ceo" ile bienali zemin kılıp,katılımcı sanatçıyı kullanan gerçek/esas "art"ist/küratör arasındaki makas azalsa da ikisi de kendilerini yaratanlara ,bütün yaratıcılıklarıyla oynuyorlardı.Hesapları vardı,"total"e bakıyorlardı.
Kendi yalan makinalarında yaşamdan kopuk hayallerini artık istedikleri gibi “gerçek” olarak üretebilir ve pazarlayabilirlerdi.Bir ortak pazara,topyekun karmaşanın teolojisinin yaratılacağı ortak bir platforma ihtiyaç vardı.Kapitalizmin kültür endüstrisinin hegemonya alanı olarak "çağdaş sanat" kavramının merkezinde yer alan bienaller,şirket ve sanatcı kültürlerini yeniden harmanlayarak/tanımlayarak global ölçekte kurguladı.
Ardından gelen disiplinler akıl tutulmasının sarmalına alınıyor,kapitalizm ve pazarın kendi tutarlılığıyla cilalanıp parlatılıyor,Amerikanvari bir mantık örgüsüyle,gizemli derinlikler,parelel evrenler oluşturuluyordu.Broşürler,panolar,tüm reklam tanıtım kampanyası meczuptu.Sahte bir cezbenin parıltılı tarihi,bir "yankee" yapım olarak tarih sahnesine çıkartılıyordu.

NEW YORK,NEW YORK / AMERİKA'NIN BİR OLDU BİTTİSİ
Herkes aynı fikirde miydi? Tabii ki hayır.Adorna'dan Altthusser'e tüm Frankfurt okulunun sol düşünürlerinden Foucault'ya merkezden varoşlara kadar herkes bu oldu bittinin ayırdındaydı ve bir şeyler iyi gitmiyordu.Çatlak sesler yükseliyordu ama küresel kapitalizmin kakafonisi o kadar güçlü ve örgütlüydü ki direnmek,sıradışı fikir beyan etmek,aykırı bir şeyler söylemek mümkün değildi.Ama buna rağmen birileri gene de toplumsal vicdan ve aydın sorumluluğu adına susmuyor,kısık sesle de olsa durumu ıslıklıyor,kollektif paranoya ve sersemliğin işbirlikcileri olmadıklarını beyan ediyorlardı.

ADORNA'DAN,BAYKAM'A ELEŞTİRİ HER COĞRAFYA'DA FARKLI

"Her şey,olduğu şey için değil,değiştirilebilir olduğu sürece değerlidir.Sanatın kullanım değeri,diğer bir deyişle sanatın varlığı tüketicinin gözünde bir fetiş haline gelir.Asıl fetiş,yani sanat yapıtlarına toplumsal olarak biçilen ve üstelik düzeyleriyle karıştırılan prestij değerleriyse,sanat yapıtlarının tek kullanım değeri,tüketicinin keyif aldığı tek nitelik haline gelir” (1) diyordu Thodor W.Adorna
Bütün kapitalizmin pazar anarşisindeki devam eden bu süreçte ,çağdaş sanat eserleri dedikleri nesneler ne kendisi için ne de sergigezer için vardı.Hadım edilmiş ürünler bir arzu nesnesi bile olamayacak garebeti ve yoksunluğu idolleştirmişlerdi.Sanal olarak sistem yargılanır,adalet istenirken herkes oynanan oyunun ve rolünün ayırdındaydı.Eser dozda eleştirinin,sistemi revize etmekten öte bir hedefi yoktu.Perde kapandığında,salonu terkeden entellektüel sorumluluğunu yerine getirmiş robotik sergigezer/izleyici,mutlu mesuttu.
Çünkü "Müşteri, kültür endüstrisinin öznesi değil nesnesidir.Kültür endüstrisi,yönlendirdiği milyonların bilinç ya da bilinçsizlik düzeyi üzerinde yadsınamaz bir biçimde spekülasyon yaparken,kitleler birinci değil ikincidirler,hesaplanmıştırlar;mekanizmanın eklentileridirler."(2)
Açıktır ki, izleyicinin katılımcılığı kültür endüstrisinin parçası olmaktan öteye gitmez.Adorna'nın söylediği gibi,kültür endüstrisi bu süreci "doyum" diye yutturmakla kalmaz,bunun da ötesinde tüketicinin zihnine,kendisine ne sunuluyorsa onunla yetinilmesi gereğinin belleğini oluşturur. Durum karmasını,madeni bir plaka gibi zihinlere çiviler.
Marks, işbölümü içersinde iyiyi yaratan aynı nedenin,kötüyü de yarattığını söylüyor.Adam Smith'den alıntı yaparak "ilke olarak bir hamal ile bir filozof arasındaki fark,bir mastı ile bir tazı arasındaki farkdan daha azdır.Bunların arasına bir uçurum koyan işbölümüdür"diyor (3)
Kişisel veya toplumsal işbölümü ,coğrafyalar gibi, insanların olduğu kadar ülkelerin de kaderlerini belirlemektedir.Üçüncü dünya sanatcılarının Batı sanatına eklemlenmesi,kabul görmesi ancak politik söylemleriyle,toplumsal eleştirileriyle olur gibi görünse de bu,göstermelik malumu ilanın ötesine geçmez.Önemli olan halkların,ulusların dünya üzerindeki zorunlu işbölümüdür.Taraflar sömüren ile sömürülendir.Üçüncü dünya,azgelişmiş,gelişmekte olan ülke gibi tanımlar aldatmaca,esas amacı kamufle eden bir perdedir.Herkes rolünü oynamakta,işci patron uşak senaryodaki gibi süregelmektedir.Türkiye'deki sanatcının veya sanatsal üretimin merkeze taşınması,sanat pazarı/müzayedeler vd.dolaşımda yer alıp almamasını Marks/Adam Smith tanımlamalarındaki işbölümünde aramak gerekir.Periferi diye dillerine sakız ettikleri Türkiye gibi emperyalizmin varoşlarından merkeze taşınmak,ilgi alaka görmek,eklemlenmek,entegre olmak Batı ile aynı dili konuşur gibi yapan "çağdaş sanat" üretimi ve bianellerle mümkün olur mu?Bu,cevabı belli koca bir yalan ve oyalanmadır.
Günümüz Türkiyesi'ne dönersek basının iyi niyetli sanatsever gazetecilerinin naif heyecanları kitlelere yol göstermektedir.Bienale sanat bayramı,bahar coşkusu,arınma tapınağı diyenler var.
Bugünlerde birbiri ardına yazılan “hadi entellektüeller bianele, aşı olmaya” yazıları acaba gerçek bir coşkuyu mu dile getirmektedir?
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitim seferberliği gibi Türkiye'yi geri kalmışlığın karanlığından kurtarmak mıdır amaçları?
Bienal gibi kültürel etkinlikler,karanlığa çekilmiş ışıktan bir kılıç mıdır?
Yoksa doğduğu kültürün,Avrupa normlarını oluşturan değerlerin çocuğu mudur?


SANATTA İLERLEME OLMAZ/OLMASI GEREKEN EVRİMDİR,GENÇ MARKS'IN DEYİŞİYLE DEVİNİMDİR

"Yapısal antropoloji daha elli yıl önce bize,ilerleyen ve ilerlemeye bağlı işleyen bir sosyal bilimin olmadığını gösterdi" diyerek "güncel sanat" konusunda kafa yoran Türk aydını,ilerleme ile evrimi karıştırmakta,moda olduğu üzere farklı disiplinleri,sosyoloji ile sanat/sanat tarihini harmanlamaktadır.Burada genel eğilimi yansıtması bakımından temsili olarak belirlediğimiz, öznenin nesnesi Türk aydını ile konuştuğumu varsayıyorum.Çünkü bu düşünme şekli küratör,eleştirmen,sosyolog,sanat adamlarının genel eğilimini,çokça yazdıkları,seslendirdikleri düşünceyi yansıtıyor."Çağdaş Sanat"a gönül vermiş aydınımız,sanat'ın somut maddi nesnesi olmadığı için tabii ki ilerlemenin afakiliğini,olamazlığını kavrayamıyor.Yaşam bağlamında canlı olan her oluşum adına devinim,dominant/baskın karakter ilerleme değil,evrimdir.Evrim ya da gene evrim.Sanat yalnızca evrimleşebilir.Ayak uyduramayana çürüme,yok olma vardır.Biyolojik büyüme ya da ilerleme veya sosyolojik evrimle kastedilen budur.Seleksiyon/ayıklanma, doğal ayrışmanın tabiatıdır. Ama biz Türkiye'de "çağdaş sanat" adı altında üretilen ithal,kopya,taklit,alıntı,kuvvetli etkilenme,imitasyon gibi "intihal" kavramlarla karşı karşıyayız.
Devam edersek;"tarih her zaman tek bir çizgi üzerinde mi ilerlemektedir ?" diye Türk aydınına soruyoruz.
Kafa yoran kişi "..sosyal bilimlerde olduğu gibi,sanatlarda da Kant'ın arkasından Hegel ve Marks'ın açtığı modernliğin içinden geçen ve akıl ile rasyonalite üzerine kurulu olan bir teolojinin artık çalışmamasından,geçerliliğini kaybetmeye yüz tutmasından (..)"teolojik olan politik" ile "medeni dinin" etkilerinin geçmişte kalmasından bahsederken aksini söylese de mantığını salt toplumsal ilerlemeye takmış olduğunu,sanat politiğini "ilerleme" üzerine kurduğunu görüyoruz.Böyle olmasa yazılarında ,Türkiye'de sanatın azgelişmesinden, geri kalmışlığından bahsetmezdi.
Marks için ise "ilerleme",soyut bir kavramdır. İdealist felsefenin önemli ismi Proudhon'u eleştirdiği eserinde Marks şöyle demektedir "Toplumsal ilişkilerini maddi üretkenliklerine uygun olarak kuran insanlar,toplumsal ilişkilerine uygun olarak da ilkeler,düşünceler ve kategoriler üretirler.Bu düşünceler,kateoriler,tıpkı ifade ettikleri ilişkiler gibi ölümlüdür.Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir.Üretici güçlerde,sürekli büyüme;toplumsal ilişkilerde,sürekli yok olma;düşüncelerde,sürekli oluşma vardır;değişmez olan tek şey,hareketin soyutlanmasıdır. mors immortalis/ ölümsüz ölüm,ölümlü yaşamı gasbetti" (Karl Marks,Felsefenin Sefaleti s/117-118-Sol Yayın.1975 baskısı)
Kafa yoran Türk aydının söylediği gibi,burada aydınlanma çağı ile (Kant,Hegel,Feurbach ,Marks vd. ) hıristiyanlıkla köklü bir hesaplaşmaya giren Avrupa'nın günümüzde teoloji /din kapısının geçmişte kaldığı,kapıyı kapattıkları savı doğru değildir.Gramisci,bunu yıllar önce görmüştü.Söylediklerinden dolayı Komitern'le büyük sorunlar yaşamış,suçlanmıştı.Konumuza dönersek,asıl olan ölümsüz ölümün,yani ölümsüz olan inancın/dinin,yani hıristiyanlığın Avrupa'da,ölümlü yaşamı kuşattığıdır.Toplumsal/kültürel yapıda belirleyici olan Hıristiyanlık'tır.
Günümüzde "Avrupa ve Hıristiyanlık "için Marks'ın söylediği gibi her zaman ayrı bir katagorik değerlendirme kapısı açmak gerekir. Karşılaştığımız her Avrupalı, bunu bize ispatlamak için adeta sırada beklemektedir.

AVRUPA'NIN MİSYONERLİK AHLAKI

Ressam Jannis Kounellis,”bizler Avrupalı olduğumuz için Avrupa'yı çıkış noktası almak gerekiyor.Bu,temel koşul .Çünkü ben evrenselliğe inanmıyorum” (4) derken kastedilen hıristiyan kültürüdür.Düşünür İsaiah Berlin,insan-altı (sub-man) kavramını,yani Yahudiler,Çingeneler,Slavlar,siyahlar ve başkaları insan-altı varlıklar olduğu ve bunların toplum açısından sakıncalı varlıklar oldukları için yok edilmeleri düşüncesinini hıristiyanlık düşüncesine bağlıyarak eleştiri kavramının ölçüsünün taraflardan birinin acı çekmesi olduğunu göstererek şöyle diyor:”Hangi türden kanıt belirli bir hakkın,örneğin mutluluk hakkının varlığını veya yokluğunu kabullenmek için yeterli sayılır? Birisi Luther'e insanların mutlu olmaya hakları olduğunu belirttiği zaman,Luther'in, mutluluk mu,hayır,ızdırap,ızdırap,çarmıh,çarmıh diye cevap verdiği(..)bu tür yaklaşımın hıristiyanlığın temelinde yatan(..)hiç de yüzeysel sayılmayacak insanın yaşamlarını temellendiren (..)anlayış”olduğunu söylemektedir.(5)
Günümüzde sanat/çağdaş sanat olgusu,"karşı duruş" adı altında ortaya konulan tüm eleştirel psiko analizin tabanında yatan bu hıristiyan acı vermek/çekmek ritüelinin tekrarıdır. İtalyan sosyalist hareketinin karizmatik lideri Gramsci, Batı'da burjuva kültürel değerlerinin Hıristiyanlık'la bağı olduğunu belirtir:Bu nedenle egemen kültüre karşı polemiklerinin çoğu dini norm ve değerlere ilişkindir. İnsanların bilinçlerindeki Roma katolikliğinin gücü büyüktür;eğitilmişlerin dini ile daha az eğitilmişlerin dini arasında gittikçe büyüyen uçurumun giderilmesi için kilisenin sarfettiği çabayı izlemek gerekir.Rönesans hümanizminde, dinin insani karakteri öne çıkmıştır.Saf entellektüel eleştirinin reformasyon sürecinde,kitlelere yansıyan şekliyle bu hümanizmin sosyalizmle birleştirilmesi,aydın kadroların öncelikli görevi olmalıdır.Bu bağlamda devam eden Gramsci'ye göre, Marksizm,ancak halkın ruhani ihtiyaçlarını karşılarsa dinin yerini alabilir.Bunu başarmak için Marksistler,halk kitlelerinin yaşadığı deneyimin bir ifadesi olan dini tanımak zorundadırlar.Gramsci'nin şahsında görülen din/Hiristiyanlık,Avrupa için derin etkilere sahiptir.
Çağdaş/güncel sanatın şifreleri, Avrupa kültüründe bu kadar yaygın kökleri olan bu düşünce tarzının inanışın/içyapılanması bir kenara konularak çözümlenemez.Siyasi tavrı tartışmalı olsa da bir akıl adamı olan güncel sanatın mesihi Joseph Beuys bu tutuculuğu özetlerken “..sanatçıların büyük bölümü oportünist ve beş para etmez(..)Aslında sanatçılar en gerici sınıf.(..)fakat sanatçılar neredeyse yeniden bir sınıf oluşturacak kadar gerici kişiler” (6) diyerek içinde yer aldığı sanat konseptini belirleyen hıristiyan ahlakını işaret etmektedir.Bugün kültür endüstisinde ezici kast,hiyerarşik düzendeki ulusların ve buna bağlı sanatcıların kendi süreçlerinde evrimleşerek ilerlemesine izin vermez.Kim olursan ol,ne yaparsan yap aproi/öncel olan hıristiyanlıktır.Ondan sonra alt katagoriler gelir.Mezhepcilik,coğrafyacılık,tarihsel karşı duruş harmanında şekil bulan çağdaş sanatın değerleri arasında ürünün bağımsız karakteri/sanatcının yaratıcılığı ancak karşı kültüre karşı kışkırtıcı,sorgulayıcı,yargılıyıcıysa kullanılabilir olur. Kendi içinde ise modern/post modern sanat düşüncesi kendi bütünlüğünü oluşturan rasyonel dengelerini kuran,aradığının peşinde koşan istikrarlı bir yapılanma ve üretim alanı değildir.Düşünce hareleri disiplinlerarası arayışta birbiri üzerine yığılarak tortulu, bulanık katmanlar oluştursa da sistemin negatif etkilerine yönelik bariyer oluşturmaz.Tarihin sanatın/çağdaş sanatın ise tarihin bir parçası olduğu kağıt üstünde doğrudur.Lakin sosyal krizler,ekonomik dalgalanmalar çağdaş sanat olgusunu düşünsel boyutta teğet geçer.Hayati organları için tehdid oluşturmaz.Çünkü “çağdaş sanat” endüstrisi bu hayatın tufeylisidir,etki alanlarından,anadamarlarından yaşamsal anlamıyla beslenmez.Yapaydır,gençlerin deyimiyle çakmadır,sahtedir,yaşamın artellerinden değildir.Hayatı taklit eder,sürekli “miş”gibi yapar.Sistemle gerçek anlamda karşıtlıkları,antogonizmik çelişkileri yoktur.Sonuç itibariyle reklam dünyasıyla aynı jargonu kullanır.Kapitalist pazardan ve anarşiden beslenir.İzleyiciyi sarsmayı hedeflediği zamanda bile sonuçta arzu nesneleri oluşturur,mutluluk,entellektüel tatmin,huzur verir,endorfini artırır.Muhalifliğin libidosunu giderir.İzleyiciyi direnişi mümkün olmayan düşünsel,şizofrenik bilgilerle,abondone eder.Kendini teşhir ettiği bienaller gibi uluslararası gösterilerinde ise kendi sorun/açmaz/öneri ve gerçeklerinden yola çıkarak kimlik,kişilik,analiz oluşturacağına, ithal sergi komiseri ve düzenleyicilerle sergi mekanlarını şehrin ulaşımı zor alanlarına yayarak yapay bir ilgi/çekim merkezi olmayı hedefler.İnsanları sürekli yorar koşturur,sahte hedefler kulvarında pervane eder,kakafoni ile bombardımana tutar.Sanal kimliğiyle kendi piyasasını oluşturur,bu pazardan beslenen sanatcılarını yazarlarını,entellektüellerini,bürokratlarını,tüccarlarını aparatçiklerini yaratır ve süreki gözboyar.
Tabii ki kendisini yaratan,besleyen,varlığını ve devamını sağlayan sisteme ait ise gerçek anlamda hiçbir eleştirisi yoktur.

NE OLMALI / BUNDAN SONRA NE YAPILMALI?

Amerika merkezli bu oyunu farkeden,eleştirilerini/önerilerini sisteme yönelten Türkiye'den kültür ve sanat insanlarının varlığı ise sevinç vericidir.Bedri Baykam'ın "Maymunların Resim Yapma Hakkı"yla en uzun karşı sanat manifestosunu oluşturduğu bu süreçte yer alan eleştirmen,küratör,sanat/düşün insanlarımızın duruşu ve tavırlarını düşünsel/ideolojik platformda yeniden değerlendirerek yazımızı sürdüreceğiz.
Asıl olan yaşamı tüketim,insanı tüketici olarak katagorize eden şirket kültürünün yargılanmasıdır.
Tüketilen başta insan ve bastığı zemindir.Artık oyunun öznesi de hastadır,aldatılmış,ihanete uğramıştır.Yalnız benlikler değil akıl da tutsak edilmiştir.
Amaç,"gerçek" olanın,üzerindeki manipülasyondan silkelenip,evrimleşeceği bir süreci özgür bırakmaktır.
Yaşam/paylaşım/sanat boyutunda, coğrafyamızdan ve azami kar/kazanç hırsıyla değil yaşamı sürdürmek için doğamızda olan üretim ilişkilerimizden,hümanizmamızdan doğan Türkiye kaynaklı bir karşı duruşun,"var"oluşun düşünsel boyutlarını elbirliğiyle yaratmaktır.

Emin Çetin Girgin

Odatv.com

(1)Thedor w.Adorna / Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi s/96-1964
(2) a.g.e
(3)Karl Marks / Felsefenin Sefaleti S/117
(4) Beuys,Kounellis,Kiefer,Cucchi/Bir Katedral İnşa Etmek s/10
(5)Bryan Magee,İsaiah Berlin 1978 s/11
(6)Beuys,Kounellis,Kiefer,Cucchi/Bir Katedral İnşa Etmek S/112
(7)F.Nietzche/Putların Alacakaranlığı
(1)Thedor w.Adorna / Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi s/96-1964
(2) a.g.e
(3)Karl Marks / Felsefenin Sefaleti S/117
(4) Beuys,Kounellis,Kiefer,Cucchi/Bir Katedral İnşa Etmek s/10
(5)Bryan Magee,İsaiah Berlin 1978 s/11
(6)Beuys,Kounellis,Kiefer,Cucchi/Bir Katedral İnşa Etmek S/112
(7)F.Nietzche/Putların Alacakaranlığı
12 Eylül 2009

http://www.odatv.com/Siyaset/bir_akil_tutulmasi_ornegi_bienal-17620.html