Bir çizgi karakter olan Waldo’nun arkasındaki komedyen, Jamie’nin politikacı Liam Monroe’ ya karşı eleştirileri onu baş tacı yapıyor. Ki hiç anormal bir durum değil, insanların söylemek istediklerini çıkıp söyleyebilen biri baş tacı yapılır. Böylece twitterda fenomen olan Waldo’nun seçimlere katılmasına karar veriliyor. (Hatırlarsanız ilk sezonun 1. bölümünde yine politikaya eleştiri ve yine twitter’da yapılan yorumlarla şekillenen bir olay vardı.) Jamie’nin karakteri, çok derin işlenmediyse de, anladığımız kadarıyla biraz içine kapanık ve sorunlu. Uzun zamandır bir ilişki yaşamamış ve Liam’ın lider olduğu partideki Gwendolyn’e ilgi duyuyor. Ancak onun kendisiyle görüşmemesini yanlış yorumlamasının ve Liam’ın onun “bir çizgi karakterin ardına saklanıp yorum yapabilme” eleştirilerinin ardından bölüme adını veren “The Waldo Moment” patlak veriyor. (Burada nedense sözlük yazarlarını “bir nickin ardına saklanıp(?) istediği gibi yazan” şeklinde eleştiren ünlüler geldi aklıma. Bu noktada dikkatimi çekense bu insanların o nickin –mesela The Waldo Moment’ta izlenen bir programdaki çizgi karakterin- ardında olmadığı sürece gerçekte dikkate alınmamaları.)
Bundan sonra olaylar ise bambaşka bir şekle bürünüyor. Waldo için amaçları farklı olan hırslı program yapımcısı ipleri eline alıyor ve yozlaşmayı başlatıyor. Ardındaki kişinin yüzü de bilinmediğinden bunu yapmak son derece kolay oluyor. Son sahnede ise Waldo’nun dünya çapında bir diktatörlük kurduğunu görüyoruz.
Sonu şaşırtmacalı demek tam olarak bu oluyor. Biz izleyiciler senaryoların ve konuların benzer versiyonlarıyla karşılaştıkça tahminimizden fazla zekileştik. Dolayısıyla ortaya çıkan herhangi bir yapımda ne olacağını kolayca bilebilir hale geldik. Black Mirror’ın bu bölümünde bunun pek kimse için mümkün olabileceğini sanmıyorum.
Dizinin en gerilimli bölümü açık ara buydu bence. İlk başta karşılaştığımız durumlar yeterince korkutucuydu: verilen bir sinyal aracılığıyla tek ilgi alanı ellerine yapışık durumda olan telefonlarıyla her şeyi izlemek, çekmek, paylaşmak haline gelmiş bir insanlık; geriye kalan aklı başında birkaç insanınsa garip kıyafetler içinde korku salması. Herkesin durup sadece izlemesi. Çok tanıdık olmayan bir durum da değil bu gerçi. Sonrasında ortaya çıkan manzara ise daha da korkutucu bence. Tüm bunların aslında insanların eğlencesini sağlamak için bir ceza sistemi olması. Eğlencelik bir park alanında bunun tekrar ve her gün gerçekleşmesi.
Her ne kadar ortada işlenmiş büyük bir ceza olsa da (bir çocuğu kaçırma ve öldürme) bu cezanın karşılığı tam bir sapkınlık, karşıdaki kişinin suçluluğundan dolayı böyle bir ceza sistemi ne kadar akla yatkın o tartışılabilir ancak bundan insanların zevk alması tartışılmaz. Bu da maalesef günümüzde çok sık karşılaştığımız bir durum. Aradaki farkı göz ardı ediyoruz çoğunlukla, bir canavarın toplumdan uzaklaştırılması mı yoksa sinirlerimize hakim olamayıp bizim de onun gibi olmamız mı? Bu bölümü izleyenler suç işleyen kadına sempati duyarsa bunda bir yanlışlık yok o yüzden. Bizi suç işleyenlere sempati duyacak hale getiren toplumun suçu bu. En azından benim ulaştığım sonuç bu.
Devamı düşünülmediği halde, ilki başarılı olduktan sonra serinin devamını getirmeye karar veren her yapımda bir hayal kırıklığı şüphesi olmaya başladı bende. Ancak iyi ki Black Mirror sahalara böyle dönmedi, hayal kırıklığı şöyle dursun beklentilerimin çok üzerinde olan bir bölümle geri döndü. Her ne kadar bir dizi bölümü demek istemesem de. Önceden de değindiğimiz gibi her bölümün yönetmen ve yazarı farklı; ancak kendi içinde gittikçe gelişen teknolojiye ve sosyal ağlara bir eleştiri, aynı zamanda distopya olmaları bakımından ortak noktalarda buluşuyorlar. Bu anlamda sinemayı aratmayan kalitede bir yapım izleme imkânımız oluyor.
Sevdiği adamı(Ash) trafik kazasında kaybeden Martha’ya arkadaşı Sarah bir servisten bahsediyor. Bu sistem aracılığıyla ölen kişinin facebook, twitter gibi online profillerindeki bilgiler, maillerindeki özel yazışmalar, ses kayıtları kullanılarak yakınına onunla yazışma ve konuşma imkanı sunuluyor. Bu açılardan tüm sosyal platformlara, teknolojiye eleştirisini yeniden yapıyor dizi. Aynı zamanda devlet veya şirketler bizim kayıtlarımızı, online bilgilerimizi ne yapacak sorusuna farklı bir komplo teorisiyle cevap veriyor. Tabi Person of Interest dizisinde yer aldığı gibi herkesin kaydını tutan bir sistemin var olabilmesi kadar teknolojinin gelişmiş olması lazım bunun için. Dizide verilen küçük ayrıntılardaki aletlerden anladığım kadarıyla bölümde teknoloji o noktayı da aşmış.
Aslında onun sevdiği adam olmadığının, bunun ahlaki açılardan da yanlış olduğunun farkında olan Martha, hamileliğinin ve kendisini kırsal yaşamda izole etmesinin etkisiyle kendini Ash’le yazışırken, sonrasında telefonda konuşurken buluyor. Klon robotunu isteyecek kadar da ileri gidiyor. İlginç bir ayrıntı olarak, bir Türk filmi olan Kemal Sunal ve Fatma Girik’in oynadığı Japon İşi böyle bir konuyu yıllar öncesinden işlemişti. Tabi robotun Ash’in tepkilerini çok gerçekçi vermesi ve insana daha çok benzemesi bakımından bir ileriye taşımış yapım bunu. Her ne kadar benzese de o kişi değil ve bir robot elbette. Bunun bilincinde olan Martha, Robot Ash’in kayıt altında olmayan olaylarla karşılaştığı vakit falso vermesiyle de bunun sonlanması gerektiğini anlıyor. Sonuçta sevdiği adamdan bir parça olduğundan bunu da yapamayıp yıllar sonra tavan arasına hapsettiğini görüyoruz. Tüm bunlar ne kadar doğru, ne kadar yanlış sorularının kesin bir cevabı yok bence. Bu noktada ben olsaydım ne yapardım sorusunu kendimize sorarsak vereceğimiz cevap da ne kadar dürüst olurdu bilemiyorum. Son olarak yine de ben Robot Ash’i daha çok sevdim, en azından iki muhabbet ediyor. Merhum olansa kafasını telefonundan kaldırmıyordu. Ki bu klonunun ona bu kadar çok benzemesinin baş nedenidir herhalde.
Black Mirror’ın bu bölümü ilk iki bölüme göre çok büyük bir farklılık gösteriyor. Çünkü burada insan bedeni de teknolojiksel bir değişim yaşıyor. Yani ön görülen bu gelecekte sosyal mecraların sebep olabilecekleri değişimlerden ziyade, daha günümüzde bir benzeriyle karşılaşmadığımız bir teknoloji işleniyor. Bu teknolojinin en büyük özelliği daha önce gelecek tasviri yapılan kurgularda karşılaştığımız Cyborg ve benzeri aşırı gelişmiş tasarımlara göre çok daha basit, ama bir o kadar da işlevsel olması. Kulak altına yerleştirilen Groin(adı tam bu muydu hatırlamıyorum Gülipek) adlı ufak bir aparatla yeni bir mecra oluşturuluyor ve insanlar groin sayesinde tüm anılarını hatırlayabiliyor, istedikleri zaman ellerindeki ufak kumandalarla herhangi bir ekrana yansıtabiliyorlar. Bence Black Mirror’un bu bölümü en fazla irdelenmesi gereken kısım, çünkü hayata giren bu yeni mecra, Marshall McLuhan’ın “medium is message” teoreminin ne anlatmak istediğini oldukça ayrıntılı bir şekilde gözler önüne seriyor. McLuhan’a göre her yeni çıkan yeni mecrada gözden kaçan ilk şey mecranın kendisidir. Örneğin yeni bir akıllı telefon aldığınızda o telefonun size sağladığı faydalar, özellikler kolaylıkla fark edilebilirken, o telefonun siz fark etmeden hayatınızda neleri değiştirdiğinizi göremezsiniz, misal şarjı sürekli bittiğinden yanınızda sürekli başka bir aparat daha taşımaya başlarsınız, ama belki de bir önceki telefonunuzda böyle bir zorunluluğunuz yoktu. Aslında kısaca anlatmak istediğim siz telefona sahip olduğunuzu zannederken telefon sizin sahibiniz olmuş olabilir ve bu doğrultuda siz ondan gelen komutları yerine getiren bir pozisyona geçmişsinizdir. Daha basit olarak televizyon örneği verilebilir, televizyonun evlere girmesiyle beraber tüm evlerin dizaynı değişti. Her koltuk televizyonu görecek bir şekilde konumlandırılmaya başlandı. İşte Groin bunun en uç noktalarını gözler önüne seriyor. Aynı zamanda bu bölüm kendi içinde aşırı bir psikolojik gerilimi de içerdiğinden karakterle kurulan samimiyet farklı boyutlara taşınabiliyor, ama ilk iki bölüm için söylediğimiz asıl çıkarımların bölümün tamamının ayrıntılı bir şekilde izledikten yapılması gerekliliği burada da geçerli.
Daha önceden de bahsettiğimiz gibi ikinci bölüm synopticon’ın tüm iktidar düzenini sağladığı bir gelecek de geçiyor. Dünyadaki tüm enerji kaynakları tükenmiş ve bu sebeple enerji üretimi insanın fiziksel gücüne kalmış durumdadır. Doğal yaşam da geri dönülmesi imkansız hasarlar almıştır ve insanlar enerji tarlaları diyebileceğimiz yüksekliği bugünkülerden çok daha büyük gökdelenlerde yaşamaktadırlar. Gündelik sürdükleri bisiklet süresine göre enerji yaratırlar ve bu enerjiyi ihtiyaçlarını gidermek için harcarlar. Burada irdelememiz gereken kelime “ihtiyaç” kelimesidir. Çünkü her bir birey tamamı ekranlarla donatılmış hücrelerde yaşamaktadırlar ve besin dışındaki tüm ihtiyaçları sonradan yaratılmış ve bu ekranlar sayesinde reklamları yapılan dijital şeylerdir. Yani, her bireyin reel fiziksel yaşamlarından daha önemli olan dijital hayatları vardır, ve bu dijital dünyada kendilerini temsil eden “avatar’ları” için dizayn edilmiş olan yüzlerce aksesuar vb. dijital ürünleri satın alarak yapay bir sosyalleşme gerçekleştirirler.
Synopticon ise burada maruz kaldıkları ekranlar vasıtasıyla gerçekleşir, çünkü ekranların kontrolü onlar da değildir ve sürekli izlemek zorunda kaldıkları görüntülerle yönlendirilmeye, enerjilerini daha iyi bir hayata sahip olmak için harcamaya teşvik edilirler, fakat burada da daha iyi bir hayat olgusu oldukça soru işaretlidir. Dizinin bu bölümünün ana karakteri de bunu fark edebilmiş ve bu durum sebebiyle kendine yalnız, bunalımlı bir iç dünya yaratmıştır. Tam bu noktadan itibaren de Synopticon’la ilgili akademik dünyada var olan eleştiriler karşımıza çıkmaya başlar, çünkü çoğun azı izlediği bu dünyada seyreden koltuğundaki kişi her zaman gördüklerine inanmayabilir. Bu aslında günümüzde herhangi bir muhalif parti üyesinin başbakanın her açıklamasına aşırı sorgulayıcı yaklaşmasına benzer bir durumdur. Bu bölümdeki ana karakter de tam böyle bir muhakemeci yapıya sahiptir, ama yaratılan düzen gereği kendi gibi muhaliflere ulaşması pek mümkün olmadığından bireysel bir mücadele verir. Aslında dizinin işlediği ana konu buradan itibaren başlar ve ilk bölümdeki gibi yine baştan tahmin edilmesi pek olası olmayan noktalarda neticelenir.